Sevgi böceği Burcu; ne olur geri dön!
Her ayın yazısını yazarken kendimi ‘’artık bu hamilelik işi de baya bir rutinleşti. Bir dahaki sefere yazacak hiçbir şey bulamayacağım galiba’’ derken buluyorum. Ama inanın her ay o kadar çok şey oluyor ki, sağ olsun gündemimiz hiç boş kalmıyor! Mesela geçen bir ayı yükseklerden uçarak geçirirken kimsenin çıkıp ‘’aman dikkat et bunun düşüşü sert olur’’ dememesi bile buna bir örnek olabilir! 🙂
Peki, bir ay boyunca sevgi pıtırcığı olarak gezinen Burcu’ya ne mi oldu dersiniz? Şimdi ben yazacağım ve içinizden birçoğu dinlemeyecek beni. Tıpkı benim de şu sıralar kimseyi dinlemediğim gibi… Yine de yazayım ben belki bazılarının yoldan dönmesine bir faydam dokunur.
Yeterince merak uyandırdıysam konuya giriyorum ve ‘’okumayın’’ diyorum! Evet yanlış duymadınız. O elimizden düşürmediğimiz telefonları alıp bir köşede delice sosyal medyada yeni doğum yapmış taze annelerin “lohusalık depresyon”larını okumak istediğinizi bildiğim için söylüyorum bunu! Çünkü ben baya bir süre öyle yaptım. O kadar çok hikaye vardı ki, sanırım okurken aralarında kayboldum ve doğurmadan lohusa depresyonuna girdim. İnsan lohusalıkta başına neler geleceğini merak ediyor ve nedendir bilinmez bunları okuyunca neyle karşılaşacağını bilerek çıktığı yolda kendini bu duruma hazırlayabileceğini ve lohusalıktan korkmayacağını düşünüyor.
İlk başlarda okudukça “aa böyle de olabiliyormuş” diyerek hem kendimi hem etrafımı bilgilendirdiğim, masum hikayeler olarak düşünüyordum bunları. Hani eşim de “lohusalık” nedir bilse fena olmazdı diye de içimden geçiriyordum. 🙂 O da kendini hazırlasın ‘’bu kıza ne oldu böyle?’’ demesin diye düşünüyordum. Sonra yavaş yavaş okuduklarımdan etkilenmeye başladığımı fark ettim… Örneğin “çocuğu kimseye vermek istememek” diye bir sendromla tanıştım. Tanışmanın haricinde bu konuyu etrafımdan da sıkça duymaya başlayınca daha doğmamış çocuğumu kimseye vermek istemediğimi fark ettim. Başlarda doğumdan sonra annem gelir bana yardım eder derken şimdilerde “kimse gelmesin ben tek başıma bakarım çocuğuma” diyerek gezindiğimi fark ediyorum.
Böyle düşünürken yanlış bir yolda olduğumu nasıl fark ettiğimi merak edenler için de hemen ekliyorum. Ne zaman ki rüyamda çocuk kucağımda herkesten köşe bucak kaçtığımı gördüm, o zaman “Burcu artık okuma!” dedim ve bu hikayelerle vedalaştım… Tavsiyem sizlerinde bir süreden sonra böyle yapması yönünde. Yani anlayacağınız sevgi pıtırcığı Burcu yerini sendromlu bir Burcu’ya devretti. Umarım önümüzdeki bu sendrom hali geçer ve yine tatlı mı tatlı hamile Burcu aramıza geri döner…
Durum böyle olunca da içimde bir “hevessizlik”, eğlenceli aktivitelerden uzak kalma hali var… Düğün zamanı her şeyi o kadar eğlenceye çevirmiştik ki, gelin hamamları, bekârlığa vedalar, kınalar derken şimdi beni tanıyan herkes “E baby shower” yapmıyor musun?” diye arıyor. Yolun başındayken ben de hep kesin yaparım, yeter ki eğlence olsun diye düşünüyordum. Ama mevsim kış ve sendrom da kapıda olunca herhalde içimdeki enerji de paralel olarak beni terk etti. Hatta öyle ki, hastane odası süsleme ve doğum fotoğrafçısı konusunda bile deli gibi istekli olan ben; şimdilerde o konu için bile “gereksiz” düşüncesine girmek üzereyim.
Yine kesin bir şey söylemeyeyim, biraz daha zaman tanıyorum kendime, eski Burcu aramıza geri döner ve hepsini yapar belki 🙂 Hem bana hatıra kalsın, hem de blog için güzel olur diye dış çekim de düşünmedim değil ama Ankara soğuğunda kat kat giyinince ne göbek kalıyor ne estetik…
Masraflar, bitmeyen masraflar!
Geçen hafta nihayet bebek odasını seçtik. Biraz daha geç kalsam doğuma ancak yetişecekmiş. Tecrübeli ağızlardan duyduğuma göre zaten gelince evde de biraz havalandırmak gerekiyormuş, yani yine ucu ucuna hazır olacak gibi… Bebeklerin ilk 6 hafta – 2 aylık dönemlerinde kırmızdan başlayarak diğer canlı renklere ilgi duyduklarını okumuştum ama zaten en az 3-4 aylık olana kadar yanımızda uyuyacağını düşündüğümden odasını benim zevkime göre, olabildiğince ‘soft’ olmasında bir sakınca olmaz diye düşündüm. Çok açık tonda gri renkle dekore ediyoruz odasını… Umarım biraz büyüdüğünde odasını çok sıkıcı bulmaz…
Zaten benim gibi kararsız biri için bu oda işini halletmek yeteri kadar büyük bir adım oldu. Bu arada, oda ile birlikte nevresim takımı da yaptırmaya karar verdim… Oda ne? Satış elemanı “Üzerine isim işleyelim mi?” sorusunu sorunca donup kaldım. İşleyelim tabii, işleyelim de bu çocuğun hala bir adı yok ki dedim. :))) Durum böyle olunca “Prince” yazdırmaya karar verdik. Nevresim işini sona bırakacaklar, 2 hafta içinde isme karar verirseniz yazdırabiliriz diyerek yardımcı oldular ama bakalım şartlar ne gösterecek! 🙂
Ah benim isimsiz oğlum, küçük prensim :)) Zaten tek isim için verdiğim savaşı kaybettim… Eşim baskın geldi sonunda ben de “Tamam” dedim. Bir ismi olsunda artık, tek mi olur çift mi olur çokta önemli değil diye düşünmeye başladım.
Doğum korkusu başladı
Yaklaşan doğumla birlikte artan doğum korkum var bir de… İlk yazımda biraz bahsetmiştim kötü bir kist ameliyatı geçmişim vardı. Açık ameliyat olmuştum, yani bir sezaryen kesim var. Ameliyat kötü geçtiği için mi, tam dikişlerim iyileşti derken iç kanamam olduğu için mi bilmiyorum ama öyle zor iyileştim ki, bu tecrübe beni normal doğum konusunda biraz cesaretlendirdi. Ha delicesine korkuyorum orası ayrı. :))) Hani sancıyı görünce “Sezaryen istiyorum, alın beni ameliyathaneye!” diye bağırabilirim. Yine de o sancı gelene kadar bekleyeceğim, deneyeceğim.
Hem doktorun belirlediği bir tarihte doğurmak bana saçma geliyor, onun aramıza gelmek istediği, hazır olduğu güne kadar bekleyeceğim. Hem bir iki gün fazla uyumaktan zarar gelmez değil mi. 🙂 Bu arada bilmişlik gibi olmasın ama nasıl lohusa annelerin hikayeleri ters tepiyorsa, kesinlikle normal doğum hikayelerinin “acı” dolu olanlarını okumakta hiçbir işe yaramıyor, kesin bilgi!
Elbette “ay hiç anlamadım, şak diye doğurdum” tarzında yazılarla kendimizi kandıralım demiyorum ama korku dolu hikayelerle de strese stres katmayalım bence. Ne demişler “korkunun ecele faydası yok” 🙂
Sevgiler;
Burcu